Bir Yavaş Şehir, Riga

Otelin penceresinden baktığımda bu kent üzerine de mutlaka bir şeyler yazmalıyım diye düşündüm. Yoksa bu güzelim kente haksızlık olacaktı. Çünkü burayı görüp de etkilenmemek mümkün değil. Bir yandan otelimizin hemen önünde uzanan Daugava Nehri ve üzerindeki beş köprüden biri olan Akmens Tilts Köprüsü, öte yandan karşı kıyıdaki St.Peter’s Katedralinin heybetli Çan Kulesi sabah yağmurunun üzerine açan sonbahar güneşinin nehre akseden pırıltılı ışığı yeteri kadar ilham veriyor bu kent üzerine yazmak için.
Dört günlük kalışımız süresince kentin neredeyse tamamını görmüş oldum. Üstelik, neredeyse tamamını yürüyerek. Avrupa’da pek çok kent gördüm ancak burası kadar, derli toplu yaya dostu bir kent bulmak neredeyse olanaksız. Bu kentte insanlar ya yürüyor, ya bisiklete biniyor. Avrupa’da giderek yaygınlaşan bisiklet kiralama sistemi burada da çok iyi çalışıyor. Kentin pek çok noktasına dağılmış olan istasyonlardan ilgili telefon numarasını veriyorsunuz, sizden kredi kartı bilgilerinizi istiyorlar ve karşılığında bir kod veriyorlar. Siz de verilen kodu bisikletin bağlı olduğu kilit üzerinde çevirerek bisikletinizi kurtarıp, özgürlüğe yol alıyorsunuz. Kentin caddeleri, parkları, köprüleri ve banliyöleri dahil her yerinde size ayrılmış yollardan bisikletinizi sürüp, kenti keşfetme keyfi yaşayabilirsiniz. Ancak ben böylesi çevre ve yaya dostu bir kenti bulunca daha da şımarıp, sürekli yürüyerek gezdim.


Litvanya ve Estonya ile birlikte üç Baltık devletinden biri olan Letonya’nın ya da Latvia’nın başkenti Riga’dan bahsediyorum. Tarihi 1200’lü yılların başına kadar geri gidiyor. Orta Avrupa’da Haçlı seferleri başladığında bir kısmı Kutsal kenti Müslümanlardan kurtarmak için doğuya akın ederken bir kısım Piskopos Albert liderliğinde Alman din adamları da kuzeyde Baltık kıyısında kendi halinde muhtemelen balıkçılıkla uğraşan yaşayan bu Hint-Avrupa kökenli ve pagan halkları Hristiyanlaştırma misyonunu üstlenerek buralara kadar çıkıp diğer Baltık kentleri ile birlikte Riga’yı da kurmuşlar. 13.yüzyıldan itibaren ticaretle uğraşan bu kent daha sonra Alman ve İsveçli tüccarların kurduğu Ticari Kentler Birliğine dahil olmuş. Bu ticari cazibesi pek çok etnik kökenli tüccarların gelip yerleşmesine yol açmış. Ancak siyaset yerine ticari kaygılar kentte sürekli olarak yabancı bir siyasi gücün hegemonyasını sürdürmesine yol açmış. Önce Almanlar, daha sonra Polonyalılar ve İsveçliler kente hakim olmuş. 18 Yüzyl başalrında Çar Pedro, biz Deli, Ruslar ise Büyük diye anıyorlar, Baltık kentlerini ele geçirip Rus İmparatorluğu sınırlarını Kuzey Avrupa’da Baltık kıyılarına kadar uzatmış oldu. 1.Dünya savaşı sonuna kadar Rus İmparatorluğunun egemenliğinde kalan Letonya daha sonra geçici bir süre bağımsızlığına kavuşmuş ancak 2.Dünya Savaşının hemen öncesinde Stalin-Hitler gizli anlaşmasından sonra 1940 yılında Sovyetler tarafından ilhak edilmiş. Ülkenin bu dönemine ilişkin tarihi gerçekten çok ıstıraplı geçmiş. Kentin tam merkezinde yer alan ve 2001 yılında açılmış olan İşgal Müzesini gezdiğinizde Baltık halklarının kısa süre içinde ve yakın zamanda ne kadar acı çektiğini anlıyorsunuz, önce Ruslar sonra Almanlar ve tekrar Ruslar Baltık ülkelerini ‘yol geçen hanına’ çevirmişler. Ülkenin önce tüm elit tabakalarını daha sonra, Yahudileri ve en sonunda da ulusal gururunu korumaya çalışan tüm direnişçi halkın onurlarını yok edecek biçimde Sibirya’ya sürerek, veya toplama kamplarında eritmişler. Yakın tarihte okuduğumuz bu olaylar, Müzeyi gezince insanın insanlığından utanmasına yol açıyor.


Riga’nın yerleşim planı kente ilk gelenler için bile çok anlaşılabilir düzende yapılmış. Kentin karakteristik güzelliğini sağlayan Daugava Nehri Rusya sınırları içinde doğup 1000 Km’den fazla yol kat ettikten sonra Riga’nın biraz kuzeyinde Baltık denizine dökülüyor. Riga’da nehir haliç yapmaya başladığı için genişliği yer yer 1000 metreyi buluyor. Nehrin doğusu eski kenti batısı ise yeni kenti oluşturuyor. Riga’nın ticari ve turistik limanı şehrin tam ortasında modern asma köprü Vansu Tilts’in hemen kuzeyinde yer alıyor. Bu köprüden başka dört tane daha köprü var, bir tanesi demir yolu köprüsü. Köprülerin dördü kentteki pek çok modern bina gibi Sovyetler döneminde yapılmış. Şehrin merkezi Akmens Tilts köprüsünden doğuya geçtiğinizde karşınıza çıkan ilk meydan Rastlaukums yani Belediye meydanı. Kentin UNESCO kültürel miras listesinde yer almasına sebep olan güzellikte mekanlardan biri burada yer alıyor. Karakafalılar Lonca Binası. 1399 yılında yapılmış, Gotik bina 2.Dünya savaşında civarındaki pek çok bina gibi yıkılınca, 1999 yılında yani kuruluşunun 600. Yıl dönümde Belediye tarafından tarafından Gotik mimari aslına sadık kalınarak ve çok etkileyici biçimde yeniden inşa edilmiş. Kent Avrupa’yı Rusya ve İskandinav ülkelerine açılan bir liman olması nedeniyle tarih boyunca ticaret merkezi olarak Avrupa’lı tüccarların uğrak yeri olmuş. O nedenle kentte pek çok Osmanlı’daki Ahillik merkezi gibi loncalar ve hanlar yapılmış. Karakafalılar Loncası ise kentteki bekar yabancı tüccarların kurduğu bir kardeşlik örgütünün binası olarak 1939 yılına kadar işlev görmüş.
Bu binanın hemen arkasındaki meydanda yer alan St.Peter Katedrali yine 13.Yüzyılda Alman Haçlılarının buradaki pagan halkaları etkileyebilmek için kentin diğer binalarına göre abartılı ölçülerde ve yükseklikte Gotik bir tapınak olarak yapılmış ve halen ayakta turistik ziyaretler ve daha da çok konser, geçici sergiler gibi etkinliklere ev sahipliği yapıyor. 123 yüksekliğindeki Çan Kulesine asansörle çıkıp etrafı izlemek mümkün. Kulenin tepesinde Katalokliğin simgesi Haç var. Kentte Katolikliğin yanında Protestan tapınakları Horoz sembolü, Rus Ortodoks kiliseleri ise soğan kubbeleri ile birbirinden ayrılıyor. İlginçtir, yüzlerce yıl boyunca üç mezhebin mensupları temel kaygı ticari olunca pek birbirlerini boğazlamadan bir arada yaşamışlar. Sovyetler dönemi sonrasında da bu uyumlu birliktelik sürüyor.
St. Peter Katedralinin etrafında pek çok sokak satıcısı ziyaretçilere hiç yapışmadan, cool bir şekilde el sanatları ürünlerini sergiliyorlar. Katedralin kuzeyindeki kapıdan girdiğinizde kentin en eski yerleşim yerine başka bir deyimle iç kaleye giriyorsunuz. Arnavut kaldırımlı sokaklarda yan yana dizilmiş pek çok romanesk ve barok binalar yer alıyor. Şu anda çoğu küçük birer butik otel olarak hizmet ediyor. Kent tarihi gelişim süreci içinde bu merkezin etrafında halka halka genişlemiş. Bu eski sokağın arkasında ise St.John Protestan katedrali yer alıyor. İçinden ziyade avlusu görülmeye değer.


Gezinin bu aşamasında yorulanlar için önerim, tarihi bir cafe’de kahve ve sert bir Latvia Likörü olan Balsam denemeleri. Ayrıca yanında acı birer çikolata da yenebilir. Dileyenler buradan hediyelik likör ve komik ambalajlı çikolatalar alabilir. Eski kent ve civarında plansız programsız kent kaşifleri için gezilecek pek çok çıkmaz ve dar sokaklar var. Belediye Meydanının hemen kuzey –doğusunda kentin diğer önemli binaları; Riga Dome denilen 13.yüzyıldan kalma ve kentin asıl Katolik ibadethanesi olan Katedral, onun tam karşısında kentin en eski yer altı restoranı, halen ortaçağ dekoru ve giysilerini taşıyan personeli ile hizmet ediyor. Bu binaların tam arkasında ise Büyük ve Küçük Tüccar Loncaları ile tam karşısında çatısında Kara Kedi heykelciği yer alan Kara Kedili Lonca yer alıyor. Rivayete göre bir dönem maço erkelerin yönetimine giren Lonca’dan atılan kadın bir tüccar, erkek meslektaşlarına kızıp, tam karşılarına bu binayı dikip, çatısına da kıçı Loncanın tam Yönetim Kurulu Salonu penceresine dönmüş şekilde bir kara kedi heykelciği kondurarak, onlardan hıncını almış.


Kent merkezinde doğuya doğru devam eden geniş caddesinin ortasında Privibas (Özgürlük) Heykeli yer alıyor. Caddenin adı da aynı Privibas. Bu caddeyi ise Doğuda kentin büyük ve modern alışveriş merkezinden başlayıp, Batısında pek çok Art Nouvue Binayı barındıran Elizabet Caddesine kadar uzana ve içinde yapay bir su kanalı bulunan Bastejkalns Parkı yer alıyor. Hafta sonları parkta pek çok öğrenci ya da yaşlı vatandaşlar akordeon, gitar, yan flüt gibi müzik aletleri ile kimseyi rahatsız etmeden klasik müzik parçaları çalıyorlar. Kanalda ayrıca küçük ahşap teknelerle gezinti yapılıyor. Ayrıca hafta sonları gençler kürek ve kano yarışları yapıyorlar. Kentin tam ortasında yer alan bu parkta 1991 Sovyetlere karşı bağımsızlık isteyen gazeteci ve gençlere SSCB polisi tarafında ateş açılmış ve iki genç ölmüş. Oysa şimdilerde geçmiş acı günlere nispet edercesine banklarda oturup kitap ya da gazete okuyan vatandaşlar, kuşları ve balıkları besleyen çocuklara eşlik eden genç anneler ya da yaşlı nine ve dedeler yaşadıkları yavaş ve sakin kentin keyfini çıkarıyorlar. Bu arada değinmeden geçemiyeceğim; Seferihisar’ı slow city ilan edenler ya buraları hiç görmemişler ya da ülkeye göre farklı muamele yapıyorlar.


Daugava’nın Doğu rıhtımında Rusların 1.Dünya Savaşı sırası ve sonrasında inşa ettikleri büyük Zeplin hangarları ve havaalanında şimdilerde kentin en büyük açık ve kapalı pazarı yer alıyor. Koca hangarların her biri kasaplar, balıkçılar, süt ürünleri, meyve ve sebze tezgahları ile dolup taşmış. Bu kadar küçük bir kentin nasıl bu kadar sürekli bir pazarı var anlamak mümkün değil. Olsa olsa tüm ülkenin üreticileri ve tüketicileri burada buluşuyor herhalde. Ticaret genlerine işlemiş bir kez!


Son olarak kentin kuzey-doğusunda yer alan 19 yüzyıl sonu ile geçen yüzyılın başında Çarlık Rusyası döneminde kentin zenginleri tarafında iddialı mimarlara yaptırılmış Art Novue Binalardan bahsetmek gerekiyor. Kentte yaklaşık 800 adet kadar bu binalardan var ve hemen hepsinde AB’den gelen destekle yenileme çalışmaları yapılıyor. Elizabet caddesinde yürüyüp, binaları izlemek arada bir kafe ya da lokantada oturup, şarabınızı yudumlayarak bu güzel kentin doyumsuz zevkine varabilirsiniz.


Haluk Yurtkuran
4-9 Ekim, 2011